“Artık 71 yaşındayım Hüma. Ve
ölümümün yaklaştığını biliyorum. O kitap geldiğinden beri her şey değişti.
Adına “Vicino” dedikleri kitap. Onun peşinden gitmeye karar verdiğimde 17
yaşındaydım. İlk görevim Macaristanda idi. Daha sonra Vietnam Savaşı, ardından
Çekoslovakya. Portekiz, Romanya, Almanya ve dahası.. Hepsi de adalet içindi,
özgürlük içindi, insanların inandıkları şeyleri rahat yaşayabilmeleri içindi.
Ya da.. biz öyle sanıyorduk.”
Yaşlı adam İzmir’in Güzelbahçe
denilen ve adı gibi güzel olan bölgesindeki villasında oturuyordu. Uzun ve
geniş pencerelere sahip bu odada, sonsuz ve eşsiz deniz manzarasını seyrediyor
bir yandan eşiyle sohbet ediyordu. 1 Eylül 1939’da doğmuş olan Selim kaderin
bir cilvesidir ki doğduğu günde başlayan 2. Dünya Savaşı onun da hayatını
savaştan savaşa sürüklemiştir. Lakin uzun zamandır bu villaya çekilen Selim.
Kendisini ve yaptıklarını sorgulamaya ve “Vicino” ile çok fazla vakit geçirmeye
başlamıştır.
“Ya da.. biz öyle sanıyorduk.
Bir sürü ölüm ve bir sürü fikir. Ve ikisinin de birbirine bağlı olması. Kimisi
işe yaradı kimisinde başarısız olduk. Tabi bunlar o zaman bize söylenenlerdi.
Şimdi ise tamamen başarısız olduğumuzu düşünüyorum. Bu savaşta kaç kişi var
bilmiyorum. Ama savaştakilerin çoğunun ne için savaştığını bilmediğini
biliyorum. Hepsinin amacı verilen emirleri uygulamak. Fakat ne için? İşte hayatımızı
acı kılan bunlar oldu. Fakat sen bunlar için beni uyarmıştın Hüma. Özür dilerim..
Seni dinlemediğim için.”
Hüma bu sırada Selim’in elini tuttu.
Sevgiyle gözlerinin içine baktı. Onca yılın getirdiği zorluklara rağmen
beraberliklerini sağlayan sevgiyle.
“Önemli değil Bey. Geride kaldı
her şey. Artık beraberiz. Sonsuza dek.”
Selim elinde olmadan ağlamaya
başladı.
“Evet bitti Hüma. Sakin bir
hayat geçirmek güzel. Fakat Tarık için pek de geçerli değil bu durum.”
Tarık evin dört çocuğundan
üçünsüydü. Selim aralarında en çok onu kendisine benzetse de bir yandan da çok
endişeleniyordu. Gerçi hoş artık 36 yaşındaydı ama bir baba olarak ona daha çok
göz kulak olabilmek istiyordu. “Nerede o eski Selim, iyice çöktük artık..” diye
geçirdi içinden.
Ve o sırada Tarık kendine has
olan tarzıyla gürültülü bir şekilde içeri girdi. Henüz o geniş salona gelmeden
bağırmaya başladı. Selim artık yaşı sebebiyle güç duyuyordu hem de Hüma ile
konuşmaya daldığı için dikkatini oraya vermemişti.
“Sarsılmaz, yıkılmaz, o şahin
gözleriyle bir baktı mı kimse ona yaklaşamaz! Onun adı Selim Ağa, herkes
ayağını denk alacak aga!”
Babasını gerçekten çok seviyordu
ve onun hikayelerini dinlemeyi de seviyordu. Fakat içeri girdiğinde ilk defa
böyle görüyordu babasını.
“Baba?! Kiminle konuşuyorsun?”
Selim şaşırmış bir şekilde
oğluna döndü. “Nesi var bunun” acaba diye bir bakışla konuşmaya başladı.
“Annenle konuşuyorum evlat. Ne
var bunda bu kadar şaşıracak?”
“Fakat o yok Baba?”
Selim çok daldığını fark
etmişti. “Tabi ya!” dedi kendi kendine. Oğullarından bu durumu saklıyordu. Oysa
şimdi yakalanmıştı. Onu şizofren sanacaktı oğlu. Belki de sanmayacaktı fakat o
öyle hissediyordu.
“Anlıyorum Baba, onu çok
özlüyorsun ama o 20 yıl önce gitti. Vase Miskin’de. Her şeyin bittiği gün
Baba.”
Selim ağlayarak oğluna sarıldı.